Demokratik siyasal yaşam, yönetici adayları ile halk arasındaki bağın çeşitli şekillerde kurulmasını ve sürdürülmesini gerektiren bir ortam. Bu çerçevede seçmene ulaşmaya çalışan siyasal partiler “dolaylı” ve “doğrudan” olmak üzere başlıca iki tür yönteme başvuruyor.
Dolaylı yöntemlerin başında basın-yayın ortamı üzerinden kitlelere ulaşan bildiriler, görsel malzemeler, haberler, yorumlar geliyor. Bunların “geniş” bir yüzeye yayılan, fakat uzun vadede “derin” bir etki ve dönüşümü sağlayacak yoğunluktan uzak araçlar oldukları söylenebilir. Doğrudan yöntemler ise yüz yüze görüşme şeklinde gerçekleşen ev toplantıları, meydan mitingleri, esnaf ziyaretleri gibi başlıklar altında toplanabilir. Bu ikinci türden iletişim faaliyetleri, birincisine göre daha “dar” bir alanda gerçekleştiği halde, kısa vadede “derin” bir etki uyandırma gücüne sahip ve kitleleri herhangi bir amaç doğrultusunda harekete geçirmek konusunda daha sıkı bağlar kurulmasını sağlayabilir. Ancak doğrudan iletişim yöntemlerinin kullanılması, haliyle, daha çok kişisel çaba ve sabır gerektiriyor. Bununla birlikte, bu yöntemi sistemli ve ısrarlı bir biçimde kullanan siyasal hareketlerin örgütlü ve sağlam bir yapılanmayı gerçekleştirmek konusunda daha önde oldukları görülür.
Siyasal iletişim: İktidar doğrudan, muhalefet dolaylı
Siyaseten genç bir yapı olmasına rağmen, kuruluşunun ikinci yılında iktidara gelen ve iktidarda da ikinci dönemini yaşayan Tayyip Erdoğan’ın AK Parti’si bu ikinci kategoride ele alınabilir. Örgütlenme geçmişi ve “siyasi kıdem” itibarıyla önde görünen CHP ve MHP ise daha ziyade medya mecralarını kullanarak dolaylı siyasal iletişim yöntemine başvurmaya yatkın görünüyorlar. CHP lideri Baykal’ın Başbakan Erdoğan’a ısrarla “Televizyonda karşıma çık” çağrısında bulunması anamuhalefetin, dolaylı iletişim araçlarına düşkünlüğüne iyi bir örnektir. Bu bakımdan Türkiye’deki muhalefetin, maddenin atalet (eylemsizlik) ilkesinden hareketle enerji elde etmeyi amaçlayan erke dönergecini hatırlattığını söylemeden edemeyeceğim. Yine de haksızlık etmemek lazım; CHP ve MHP’yi birlikte düşündüğümüz takdirde, muhalefet ile iktidar hemen hemen aynı sayıda meydan mitingi performansına ulaşacak gibi görünüyor. O halde muhalefetin “meydan okuma” konusunda iktidardan geri kalmadığı ortaya çıktığına göre, sorun nerede? Sonda söylenecek olanı, baştan söyleyelim: Sorun, meydanları okuma konusunda tebarüz ediyor.
29 Mart mahalli seçimleri yaklaşırken siyasiler, araştırmacılar ve medya, yaygın tabirle “seçmenin nabzı”nı en görünür ve doğrudan haliyle meydanlarda ölçmeye çalışıyor. Argümanlar peş peşe sıralanıyor, açılımlar baş döndürücü bir kıvraklıkla arz-ı endam ediyor. Zamanında gündeme gelse belki kamu yararı sağlayacak, ama siyaseten getirisi olmayacak dosyalar, biriktirilmiş hesaplar, eldeki kartlar seçim meydanlarında saçılıyor. Kimi zaman sağduyulu zihinlerde “kolektif kirlilik” duygusu uyandıracak kadar dozu yükselen bu açılıp saçılmalar, bir bakıma Türkiye’deki seçim ortamının doğal görünümleri arasına girdiği için, henüz pek de yadırganacak boyuta ulaşmadı. Paketlerin, açılımların, hatta seçim yatırımı olarak bir köşede tutulmuş dosyaların meydan mitinglerinde ilan edilmesini seçim ortamının fevkaladeliğinden kaynaklanan meşrulaştırıcı etkisiyle izah etmek mümkün. Hele ki zekice ve nükteli bir retorik eşliğinde sunuluyorsa, “show time”dır deyip karşıt görüşte olduğunuz bir siyasal partinin kampanyasından keyif bile alabilirsiniz. Gel gör ki, seçmen, hem siyasal iletişim açısından, hem de etik değerler itibarıyla insanın bütün seyir zevkini silip süpüren acı bir retoriğe mahkûm olmak zorunda kalıyor.
Başbakan Erdoğan’ın hitabet performansı ortada; Erdoğan, özellikle kürsüden soru-cevap tarzını ustalıkla kullanıyor. Muhalefete sataşırken de, o ana kadar aşama aşama hazır hale getirdiği kitle ile ortak bir dil geliştiriyor ve bir anlamda dinleyenleri, şiddete dönüşme potansiyeli taşımayan bir öfke ile ikna ediyor. Hatta meydan, Erdoğan öfkelenmeye başlarken, kıvamında bir coşkuyla buna hazırlanmış oluyor ve AK Parti liderinin bu tarzı seçmen kararı üzerinde pekiştirici bir etki bırakıyor. Muhtemelen aynı etki, muhalif seçmen üzerinde de oluşuyor; fakat daha önce yüzde 47 oy almış bir siyasal yapı açısından bu durum herhangi bir risk taşımıyor.
Baykal ve Bahçeli’ye gelince, bir kere meydana çıkmış gibi yapıp az sayıda seçim bölgesinde ve hafta sonu mitinglerinde kampanya yürütüyorlar. Oysa son iki genel seçimin ve bir yerel seçimin ortaya koyduğu aritmetiğe bakıldığında, daha çok çalışması ve daha yaratıcı söylemler geliştirmesi gerekenin muhalefet olduğu açıkça görülüyor. Zaten Erdoğan, muhalefetin az gezmesini her fırsatta açıkça eleştiriyor ve bunu, “Bizim uçağımız, helikopterimiz yok” yakınmasını nahif kılacak tarzda yapıyor.
Baykal’ın şekil olarak hitabetinin güçlü olduğu biliniyor; fakat Akdenizli anamuhalefet lideri, kız(dırıl)dığı zaman belki de Karadenizli Erdoğan’dan daha kolay biçimde kontrolünü yitiriyor. Üstelik yüz ifadesine ve ses tonuna yansıyan öfkesi onun kişisel duygularla küplere bindiği izlenimini veriyor. Başbakan için “maganda” tabirini kullanması, kendi seçmen kitlesinin genelinde bile tatmin duygusu uyandırmaktan uzak ve siyasi mücadeleyi alabildiğine kişiselleştiren bir tavırdı. Elbette Erdoğan da öfkesini sesine ve yüzüne yansıtıyor; ne var ki, o, hitap ettiği kitleyi öfkesine ortak etmek konusunda daha başarılı. Kimi zaman, duyduğu kızgınlığın kalabalık tarafından sahiplenilmesini sağlarken, bazen de kalabalık adına öfkeleniyor. Burdur mitinginde Baykal, kalabalık adına öfkelenme konusunda önemli bir adım attı. Telefonların dinlenmesi konusuna değinirken, meseleye, önce mahremiyetin ihlali gibi esaslı ve ahlaki bir yönden giriş yapan anamuhalefet lideri, pozitif bir öfke sergiliyordu. Ancak kitlenin ortak hissiyatına tercüman olmak için bir adım daha atarak dinleyicileri de olayın içine katmaya çalıştı ve “Ne yani telefonda konuşurken ağız tadıyla iktidara küfredemeyecek miyiz?” deyiverdi. O andan itibaren Baykal’ın öfkesi kişiselleşerek negatif bir nitelik kazandı ve duruş, mahremiyet gibi haklı ve kutsal bir yerden küfretme özgürlüğü gibi bayağı ve savunması zor bir derekeye düşüverdi.
MHP lideri Bahçeli ise daha çok belli konularda sergilediği ilkeli duruşlar ve kendi teşkilatına yönelik tedip çalışmalarıyla olumlu puan elde ediyor. Bununla birlikte, şimdiye kadar parti adından da anlaşılacağı üzere, varoluşunu “hareket” ile anlamlandırmış bir kitle için “ilkeli duruş”un sadece “durmak” anlamı taşıması mümkün. Ütülü takım elbise talimatı, beyaz çorap ve ökçeli ayakkabı yasağı gibi uygulamaların da teşkilat mensuplarına pek yaramayacağı, maddenin eylemsizlik prensibine dayanarak ülkücü camiadan bir enerji ve sinerji çıkmayacağı az çok erbabının malumudur. Lider Bahçeli de erbaptan sayılacağına göre, erke dönergeci vaziyetlerinin MHP tabanı için sürdürülebilir bir durum olmadığını iyi biliyor olsa gerek, meydanlarda ayrı bir gayretkeşlik gösteriyor. Bu da eylemsizlik ilkesini telafi etme pahasına, onun söylemine yansıyor; ummadık anlarda ihanet, bölücülük, işbirlikçilik suçlamaları Bahçeli’nin dilinden dökülüveriyor. Hatta onun 22 Temmuz 2007 öncesi kalabalığa kürsüden yağlı urgan fırlatarak, gerektiğinde siyasi rakipleri ile ipleri ne denli kopartabileceğini hatırlayalım. Fakat onu izleyen pek çok kişide beyefendi bir liderin siyaset sahnesinde zorla bir teatral oyun sergilemek zorunda kaldığı hissi gibi karışık bir duygu uyanıyor. CHP lideri gibi o da kolayca acı sözlerle dolu bir retoriğe kayabiliyor. Hâlbuki mevcut ülke siyaseti, zekânın ve ironinin kapılarını sonuna kadar açan pek çok imkânı içinde barındırıyor.
Sonuç olarak, muhalefet demokrasinin olmazsa olmazı; iktidar açısından da denetleyici, itici güç ve onun karşısında maşeri vicdanı temsil ediyor. Sırf bu nedenlerle siyaset bilimi teorilerinde muhalefetin daha dinamik olması, somut projeler ve rasyonel argümanlarla seçmen karşısına çıkması beklenir. Siyasal etik bakımından ise muhalefet, daha temiz, yıpranmamış ve usturuplu bir hitabet üslubuyla meydanların nabzını tutmalı. İş, “meydan okumak”la bitmiyor; “meydanı okumak” gerekiyor!.